Annem, sonbaharın sonlarında, sessiz bir sabahta, tıpkı yağı biten bir gaz lambasının sönmesi gibi, huzur içinde hayata veda etti. Acı çekmedi; sadece uykuya daldı ve nefesi yavaş yavaş azaldı. Hayatı boyunca yorulmadan çalışmış, hiç şikayet etmemiş, kendisi için hiçbir şey istememişti. Cenaze töreninden sonra, kardeşlerimle birlikte eski evinin küçük odasında oturup geride bıraktıklarını ayıkladık.
En büyük kardeş, ortanca kardeş ve ben; her birimizin kendi ailesi, görevleri, borçları ve dertleri olan üç yetişkin adam. Önümüzde mütevazı bir miras vardı: eski bir gardırop, birkaç tencere, birkaç atkı ve üç eski yün battaniye. Her şey özenle katlanmış, yıkanmış, sabun ve zaman kokuyordu.
O battaniyelere baktım ve tüm çocukluğumuzu gördüm. Soğuk gecelerde, annem soğuktan titreyerek üzerimizi onlarla örter, esinti gelmesin diye kenarlarını içeri doğru kıvırırdı; kendisi de sıcak bir battaniye kalmadığı için eski bir paltoyla uyurdu. Elektrikler kesildiğinde mum ışığında bize nasıl hikâyeler anlattığını hatırladım. O battaniyeler hâlâ sıcaklığını koruyor gibiydi.
Ama ağabeyim sadece kaşlarını çattı:
— Bu ıvır zıvıra ne gerek var? Zaten atacağız.
Ortadaki omuz silkti:
— Doğru. Değersiz. İstersen al.
Ben de sakin bir tavırla:
— İhtiyacınız yoksa ben alırım, dedim.
— Hadi, — dedi en büyüğü elini sallayarak. — Ne olursa olsun çöp.
Cevap vermedim. Battaniyeleri özenle katlayıp eve götürdüm. O akşam uzun süre uyuyamadım; annemi hatırlayıp durdum: elleri, yorgun yüzü, kıyafetlerinin kokusu, yumuşak sesi.
Ertesi gün battaniyeleri yıkayıp hatıra olarak dolaba kaldırmaya karar verdim. İlkini salladığımda kuru bir ses duydum: sert bir şey yere düştü. Eğildim; astarın içine dikilmiş, küçük, kahverengi bir kese.
Dikkatlice dikişi açtım, keseyi çıkardım, kumaşı açtım ve dondurdum. İçinde birkaç tasarruf cüzdanı ve küçük altın desteleri vardı. Saydım — yüz bin doların üzerinde.

Dünya durmuş gibiydi. İnanamadım. Hayatı boyunca yoksulluk içinde yaşayan, ekmek ve patates yiyip eski ayakkabılar giyen annem, sıkı çalışarak kazandığı her kuruşu, her doları biriktirmişti.
Yere oturup ağladım. Bütün çocukluğum geri geldi — yorgun adımları, eski terlikleri, ekmek kokan elleri. Sabahın erken saatlerinde pazara gidişi, gecenin geç saatlerinde dönüşü ve tüm yorgunluğuna rağmen her zaman gülümsemesi.
İkinci ve üçüncü battaniyeleri kontrol ettim ve iki kese daha buldum. Toplamda yaklaşık üç yüz bin dolar.
Uzun süre oturdum, sevinsem mi ağlasam mı bilemeden. Bu kadar parayı nereden bulmuştu? Neden hiçbir şey söylememişti? Sonra anladım ki bankalara güvenmiyor, çocuklarının kavga etmesini istemiyor ve her şeyi kimsenin göremeyeceği bir yere saklıyordu.
Birkaç gün sonra kardeşlerim öğrendi. Nasıl olduğunu bilmiyorum; belki komşulardan duymuşlardır, belki de ben yanlışlıkla ağzımdan kaçırmışımdır. Akşam geldiler; öfkeli ve şüpheci bir şekilde.
— Her şeyi kendine mi saklamayı düşünüyorsun? — diye sordu en büyükleri. — Annemin mirası!
— Hiçbir şey saklamadım, — diye sakince cevapladım. — Ölüm yıldönümünde sana söylemek istedim. Ama unutma: Her şeyi çöpe atmak isteyen sendin. O battaniyeleri almasaydım, para bitecekti.
Ortadaki mırıldandı:
— Onu da eşit olarak bölüşmemiz lazım.
Sessiz kaldım. Teknik olarak haklıydı ama anneme nasıl davrandıklarını hatırlıyordum. Yılda bir kez, bazen daha az ziyaret ederlerdi. Hastalandığında ona sadece ben bakardım; geceleri yatağının başında oturur, işten izin alır, onu kaşıkla beslerdim. Her zaman bahaneleri vardı: iş, yorgunluk, çocuklar. Şimdiyse onu hatırlamak için değil, talep etmek için geliyorlardı.
Tartışmalar günlerce sürdü. En büyüğü mahkemeye gitmekle bile tehdit etti. Bense annemi, onun hayatını ve sabrını düşünmeye devam ettim.
Ve aniden, keseleri karıştırırken katlanmış bir kağıt parçası buldum. El yazısı onundu. Çarpık, eski ama çok tanıdıktı.

Uzun süre o mektupla baş başa oturdum, gözyaşlarımı tutamadım. Annem biliyordu. Bize sadece para değil, bir de sınav bırakmıştı; sonuncusu, en zoru.
Kardeşlerimi aradım ve onları davet ettim. Geldiklerinde gazeteyi masaya koydum. Okudular ve eve sessizlik çöktü. Sadece saatin tik takları duyuluyordu.
— Annem her şeyi enine boyuna düşünmüş, — dedim. — Tek bir kuruş bile saklamayacağım. Her şeyi adil bir şekilde paylaşacağız. Ama lütfen şunu unutma: Onun için önemli olan kağıt değil, aramızdaki barıştı.
En büyüğü derin bir iç çekti:
— Haklıymışım, yanılmışım. Ben parayı düşünüyordum, onu değil.
Ortadaki bakışlarını indirdi:
— Ona teşekkür etme fırsatı bile bulamadık.
Uzun süre, hiç tartışmadan, hiç öfkelenmeden oturduk; sanki yıllar sonra ilk defa yeniden kardeş olmuşuz gibi.
Annem istediği gibi her şeyi adil bir şekilde paylaştık. Ve sanki yanımızdaymış gibi hissettim; sessizce gülümsüyor ve affediciydi.
Sonra çok şey değişti. Bir zamanlar sert ve açgözlü olan büyük kardeş, daha yumuşak başlı oldu. Payına düşen parayı çocuklarının eğitimine harcıyor ve her ay annemin mezarını ziyaret ediyor. Ortanca kardeş ise fevri ve gururlu bir şekilde, paranın bir kısmını ihtiyaç sahiplerine vererek, «Bu, annemin ruhuna huzur getirsin,» dedi.
Ve ben kendi payıma düşeni yapmadım. Onun adına küçük bir burs kurdum; böylece yoksul bir çocuk, tüm hayatını başkaları için yaşamış olan kadını okuyup hatırlayabilsin.
Yıllar geçti. Annem gitti, ev satıldı, kardeşlerim uzakta yaşıyor. Ama her kış o eski battaniyelerden birini çıkarıyorum. Çocukluk, ahşap ve annemin sevgisi kokuyor. Oğlumu onunla örtüyorum ve ona gerçek değerin parada değil, nezakette, sevip hatırlayabilme becerisinde olduğunu söylüyorum.
Gözlerimin neden yaşlı olduğunu sorduğunda gülümseyip diyorum ki:
— Anneannemi hatırlıyorum. Bana zenginliğin battaniyenin astarında saklı olan değil, kalpte yaşayan şey olduğunu öğretti.
Ve her kış, annemin battaniyenin kenarını nazikçe düzelttiğini ve şöyle fısıldadığını hissediyorum:
«Uyum içinde yaşayın çocuklarım. Ve ruhum asla keder bilmesin.»







